“Hayallerinin neresindesin?”
Hayatım boyunca duyabileceğim en ağır sorulardan biriydi, çünkü cevabını bilmiyordum.
Yıllarca biriktirdiğim hayaller, koşuşturmacalarım içerisinde kaybolup gitmişlerdi.
Kendi hayallerimi değil de çevremdekilerin hayallerini yaşamaya başladığımı, bu soruyu duyana kadar fark etmemiştim.
Belki de kendime fark ettirmek istemediğim için sorgulamayı bırakmıştım.
Küçük bir kız çocuğuyken benim de astronot olmak gibi anlamsız hayallerim vardı.
Zaman içerisinde daha imkân dâhilinde hayaller edindim, çünkü gerçekleştirebilme ihtimalim ne kadar yükselirse, kırılma ihtimalimi o kadar düşürmüş olacaktım.
Kaybetmekten korkan yapım, hayallerimde yaratıcılığın sınırlarını zorlamama izin vermiyordu.
‘Makul olanı seç’ diyordu bana, sinsice.
Belki, belki başka türlü olabilirdi…
‘Korkma!’ diyen biri olsaydı eğer.
Yıllar önce Göcek’te, sahilden kaldığımız pansiyona geçerken, kapanmak üzere sandalyeleri ters çevrilmiş bir lokantanın önünde hararetli bir konuşma zihnime çapa atmıştı.
Anne-oğul olduklarını sonradan anladığım bu insanları, gecenin bu vaktinde böylesine heyecanlı konuşmaya iten neydi?
Varlığımın rahatsızlık vermesini istemediğim için hızlı adımlarla ilerledim, ama yine de kulağımın misafir olmasına engel olamadım.
Rüzgârla süzülen bir tül perdeyi andıran sessizliği, annenin şu sözleri bozuyordu:
“Hayır, deneyeceksin! Baban da korktuğu için yapamadı.
Gençsin, şimdi risk almayacaksın da, ne zaman alacaksın?”
İnsanlığın en çok da böyle annelere ihtiyacı var dedim, kendi kendime.
O oğlunu ikna ede dursun, gazı ben bile almıştım.
Bir silkeledi sanki bu cümleler beni, utanmasam karanlık bir köşede durup, sessizce konuşmanın devamını dinleyecektim.
Tevekkeli değildi, bir annenin dünyayı değiştirebileceğini düşünmeleri.
Bu coşkulu ruh halinden sıyrıldıktan sonra kendi korkularımı düşünmeye başladım, korktuğum için gerçekleştirmekten vazgeçtiğim hayallerimi…
İnsanın kendiyle yüzleşmesi en zorlu derbilerden biri, zira topu ağlarla buluşturan kim olursa olsun, kaybeden de kazanan da kendisi oluyor.
Nasıl diyordu ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da: “Hayat fena halde futbola benzer…”
Bizler sürekli kazanmaya odaklanmış durumdayız.
Kaybedeceğimiz maça çıkmama konusunda yeminli gibiyiz.
Şu hayatta en çok korktuğumuz şey rakiplerimiz. Ya onlar bizi geçer de, biz geride kalırsak…
Çocuğu okulda koşu yarışına katılacak bir anne, onu bu yarışa nasıl hazırlar?
Genellikle diğer çocukları baz alarak değil mi?
Oysaki çocuğa öğretilmesi gereken temel şey, gerçek rakibin kendisi olduğudur.
Birçok kişinin bildiğini düşündüğüm bir hikâye var:
John Lennon bir gün annesiyle sinemaya gider, filmde gördüğü Elvis Presley’den çok etkilenir ve şöyle der:
“Anne, ben neden Elvis Presley değilim?
Hayat hiç de adil değil. Ben Elvis Presley olmak istiyorum!”
Oğlunun bu yadırganmalarına karşı oldukça naif bir cevap gelir annesinden:
“Belki de Tanrı seni John Lennon olman için saklıyordur…”
Bugün hangi anne, çocuğuna böyle bir cevap verebilir?
Hangi anne yarışması gerekenin başkası değil, kendisi olduğunu öğretebilir?
Bugünün kazanan çocuklarına baktığımda, cesur anneler tarafından yetiştirildiklerini görüyorum.
Kaybetme fikrine karşı duyulan kaygı, kazanma fikrine odaklanılmasını engelliyor olabilir mi?
Her birimiz kazanmak istiyoruz, ama kazanmanın ancak kaybederek elde edildiğini bilmiyoruz.
Ve kaybetmenin dünyanın sonu olmadığını da…
Her kaybediş, kazanılan bir tecrübe değil midir üstelik?
Kaybedilen şey itibar olmadığı müddetçe, kazanmanın bir yolu mutlaka olacaktır.
Hayaller ruhun dinamosu…
Gerçekleştiremem ihtimaline karşı hayal kurmaktan vazgeçmek, kazanamama ihtimaline karşı o yarışa girmemek, insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüktür.
Evrende işler böyle yürümez.
Eğer öyle olsaydı, öleceğimizi bilmemize rağmen, yaşama arzusu duyuyor olmamız pestenkerani bir eylem olmaz mıydı?
Nietzsche’nin sevgilisi Lou Salome’ye gönderdiği bir mektupta dediği gibi;
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin…
“Hayaller Ruhun Dinamosu” için bir yorum bırak
YORUM YAZIN: